İnsanoğlu, günlük yaşamındaki pratiklerinde veya zihinsel faaliyetlerinde sınıflandırmaya, kategorize etmeye ve etiketlemeye meyillidir. Bunu mizacen ya da fıtraten de yapabilir, sonradan da öğrenmiş olabilir. Hâttâ psikolojide insanın ilk sekiz saniye içerisinde ilk etiketi, ilk sekiz dakika içerisinde ise “kesinleşmiş olan” etiketi verdiğine yönelik araştırmalar mevcuttur. Ancak burada mizaç ilmini es geçmemek gerekir. Sıcak mizaçlar bir konuda hemen ve hızlı bir biçimde bir kanıya varabilirken, soğuk mizaçların bir şeyi sınıflaması veya etiketlemesi için belli bir zamana ihtiyacı olabilmektedir.
Etiketlemeyi sadece olumsuz anlamda ele almamak gerekir. İnsan, genellikle soyut veya somut bir şeyi basite indirgeyip anlamlandırma ihtiyacı duyar. Aslında “etiketlemek” bizlerin fıtratında vardır. Değerlendirme insanın algılamasında en önemli boyutlardan biridir. Bu sebeple de hayatımızda anne, baba, hoca, dost, arkadaş, sırdaş, kardeş gibi etiketler kullanırız.
Çevrenizde sıklıkla “Annemle arkadaş gibiyizdir” “Babam benim hocam gibidir” “Ablamla düşman gibiyiz” “Eşimle birbirimize yabancıyız” gibi cümleler duyarız. Dolayısıyla etiketi hem bizlere hizmet ettiği hem de onlara ihtiyacımız olduğu için hayatımızdan tamamen kaldıramayız. Ancak etiketlemeyi iyi yönde kullanmaya gayret edebiliriz.
İnsan neden üzülür, neden yıkılır biliyor musunuz? İnsan neden ilişkilerinde çok büyük hayal kırıklıklarına uğrar? İnsanın neden güveni sarsılır? İnsan neden çok sonra ilişkilerinde yanıldığının farkına varır?
Tüm bu ve benzer soruların cevabı ortaktır. İnsanlara bazı etiketleri erken verdiğimiz ve insanlarla ilgili kesin ifadeler kullandığımız için... Bu etiketleri akıl dışı koyduğumuz için...
“O benim tek dostum”, “Beni asla yarı yolda bırakmaz”, “Kimseye ona güvendiğim kadar güvenmem” ,“En zor zamanımda benim yanımda olur” , “Sırrımı kesinlikle başkasına söylemez” “Ona her şeyimi teslim ederim, bana yanlış yapmaz” gibi düşüncelerimizden dolayı o kişiye ‘dost’ etiketi yapıştırdıysak, muhakkak ki o dostumuzdan ya bir yara alırız ya da imtihan oluruz.
Peki ne yapmalıyız?
Bizler bu şeklide davranarak ve ilişkinin sonunu erkenden belirleyerek önce kendimize zulmetmiş oluruz. Sonra da karşımızdaki kişiye ‘insan üstü’ bir varlıkmışçasına yaklaştığımız için ona zulmetmiş oluruz. O kişi de ilahi sistem gereği öyle olmadığını bize istese de istemese de ispatlar.
Dolayısıyla birine güvenmek, her halükârda her şeye rağmen sırtımızı dayayayacağımız tek unsur olmamalıdır. Kediye nankör diyen düşünce yapısıyla ‘ben sana güvenmiştim...’ diyen zihniyet, aynı zihniyettir. Kedi kedilik vazifesini, insan da insan olma vazifesini yapar. Burada dikkat etmemiz gereken nokta, güven, sevgi gibi tanımlarımızı değiştirmemiz gerektiğidir. Yani “Ben sana güveniyorum ama sen de bir insansın”, “Ben senden eminim ama sen de bir insansın” ,“Ben seni seviyorum ama sen de bir insansın” şeklinde düşünmek daha doğrudur. Bu durumu ‘ilişkiye pay koyma’ ya da ‘ilişkide mesafe bırakma’ şeklinde ifade edebiliriz. Atalarımız bunu çok güzel özetmemişlerdir: “İnsandır beşer, kuldur şaşar...”
Asıl güven, karşımızdaki kişinin insan olduğunu, güvenme duygusunun içerisine yerleştirdiğimizde gerçekleşir. Karşı tarafa pay vermeden duyulan güven, hayal kırıklığına sebep olurken, pay verilerek güven duymak, güvenme duygusunun ömrünü uzatır.
Bizim örnek almamız ve üzerinde düşünmemiz gereken Allahû Teâlâ’nın kuluna olan yaklaşımı ve davranışıdır. Allahû Teâlâ bizlere muhteşem bir sistem üzere yaratıldığımızı söylemekle beraber insanın aciz olduğundan, acele ettiğinden, nankör olduğundan, hata yaptığından da bahseder. Aslında sorun, Allah katında, insanoğlunun hata yapması değil, hata yaptıktan sonra bunu insanın fark etmeyişidir. Dolayısıyla bizden beklenen, kusursuzluk değil, hata da yapsak bundan ders çıkarıp tövbe etmektir.
Güvendiğimiz kişiyle ilgili bir hayal kırıklığı yaşadığımızda “Sen de bir insansın, Allahû Teâlâ bile kuluna hata payı vermişken, ben kimim ki..” tavrında olduğumuzda karşımızdaki kişi daha kolay toparlanmaya başlar. Ve karşımızdaki kişi zamanla yaşanan durumdan ders çıkarma seviyesine gelir. Ancak karşımızdakine “Sen beni hayal kırıklığına uğrattın, güvenimi yerle bir ettin...” şeklinde konuşursak, o kişi, hatasını savunmaya geçer, hatayı savunduğu için de ortada bahsedilecek bir “güven” kalmaz... Dolayısıyla ilişkilerde duygulara pay vermek, güvenmektir, huzurdur.
Oysa ne acıdır ki insan kendine hata payı vermez, ilahlaştırır... Toplum, bazı insanlara hata payı vermez, ilahlaştırır... Her ikisi de karşılıklı zulümdür.
Karşımızdaki insana hata payı vermezsek, ondan imtihan oluruz. Kötü olarak etiketlediğimiz bir insana iyilik etme payı vermediğimizde de ona muhtaç oluruz.
Burada aslında pay’ı, karşımızdaki kişiye değil, kendimize veririz. Pay vererek üzerimize bir çelik yelek giyer ve gelen kurşunlardan yara almadan yolumuza devam ederiz.
Zeynep Işık Büyükbay